A
Admin
Yönetici
Yönetici
27-29 Ekim 2003’te, Bergama’da yayımlanan Kuzey Ege gazetesi’ndeki köşemde ‘’ İzmir’de Eğitim Kimlerin Elinde’’ başlıklı yazılarımda o günün il ve Konak İlçe Milli Eğitim Müdürünü ve eğitim sistemini eleştirmiştim. Yazımda, milli eğitim bakanından ‘’ imam kılıklı ‘’ diye söz etmiş, il milli eğitim müdürünü de ‘’ Sağ, sığ ve geri’’ olarak nitelemiştim. Sonuç; ‘’Basın yoluyla hakaret, kişilik haklarına saldırı’’ denilerek il ve Konak İlçe Milli Eğitim Müdürünce şikâyet ve sonra da savcılıkta almıştım soluğu. Savunmamda demiştim ki; ‘’ Ey bre tezkereciler, bilmez misiniz bizler Hacı Bektaş, Yunus, Pir Sultan Abdal torunlarıyız. Bilmez misiniz bizim Şeyh Bedrettin torunları olduğumuzu… Bilmez misiniz bugünlerin yarını olduğunu? Tikrit’ten cenazeler geldikçe bilmez misiniz yüzünüzün kızaracağını, elin toprağına Türk askerinin gönderilmesine nasıl razı gelirsiniz, hiç mi vicdanınız sızlamaz! Hiç mi televizyon izlemez, hiç mi gazete okumazsınız? Bereket versin ki adım ne Kâmil ne de Ömer Lütfi. İzmir’in eğitim yaşamı işte bu tezkerecilerin elinde, bilin, öğrenin. Toplumun ışıklı öncüleri olması gereken öğretmenlik kimlerin eline kalmış görün işte!’’ * 7 Ekim 2003’te TBMM, tezkereye ‘ evet ‘ deyip ulusal gururumuzu/ onurumuzu ayaklar altına almış, Eğitim-Sen de buna itiraz edip biz eğitim çalışanlarını eyleme çağırmıştı. İl ve ilçe milli eğitim müdürlükleri de hemencecik okullara yazı yazıp eyleme katılan öğretmenlerin bildirilmesini istemişti. Ne müdürümü dinlemiş ne de il ve ilçenin tehdidine kulak asmıştım. Eyleme katılmış, sonra da ‘’ İzmir’de Eğitim Kimlerin Elinde ‘’ yazısını kaleme almıştım. Savunmamda da ‘’ Tabii ki düzenlenen protesto gösterisine katılacağım. Tabii ki halkımın sesi olup haykıracağım. Tabii ki, Gün gelecek devran dönecek, AKP halka hesap verecek diye boğazımı yırtarcasına bağıracağım.’’ demiştim. Çünkü hükümet, Mehmetçiği 8,5 milyar dolar uğruna Iraklı’yı kurşunlatmaya gönderecekti o tezkereyle. Mehmetçiği, Iraklının kurşunlarına hedef yapan bu karara mı ‘ evet ‘ diyecektim! İl ve ilçe milli eğitim müdürüm ise bize ‘’ susun’’ diyordu. Eyleme katılmamızı engellemeye çalışıyorlardı. * Meğerse ‘’ Halkı Kin Ve Düşmanlığa Açıkça Tahrik Etmek ‘’ suçu işlemişim bu söylediklerim ve yazdıklarımla. 21 Nisan 2004 tarihli BirGün gazetesinin yaptığı haberin başlığı şöyleydi:’’ ‘İmam kılıklı bakan’ sözüne 6 yıl hapis’’ TCK 312 / 2 ‘den yargıç karşısına çıkacaktım. Çıktım da… O günlerde, yıllar önce olduğu gibi yine Leipzig Duruşması’nı okudum. Dimitrov’la oturup Dimitrov’la kalktım. Ağır ceza mahkemesi başkanının karşısında nasıl bir duruş sergilemeliydim, kendimi nasıl savunmalıydım gibi… Avukatım da vardı sözüm ona… Ne gariptir ki duruşma bittikten sonra çıkageldi arkadaş! Sonraki yıllarda mı? Bir ilçeden belediye başkan adayı oldu. O gün hem sanıktım hem de kendimin avukatı… Eee, benim hocam G.Dimitrov! Nazi Mahkemesinin faşist yargıçlarına karşı Bulgar vatandaşı olmasına karşın cezaevinde yattığı günlerde öğrendiği Almanca’yla kendini savunan koca yürekli Dimitrov… Ondan ve Sibirya’daki sürgün günlerini anlatan Nadejya Krupskaya’dan öğrendiğim Lenin’in hukukçuluğu da beni çok etkilemiş olmalıydı. Düşünün bir kez, Sibirya köylüsü her başı sıkıştığında eşine dostuna ‘’ Beni Lenin yoldaş savunsun! ‘’ diyor. Ona öyle güveniyor ki… Mahkemede yargılanırken ben de hep dikkat etmişimdir buna. Kimsenin bana olan güvenini zedelememeliydim! Arkadaki sandalyelerde Türkiye Yazarlar Sendikası İzmir Temsilcisi, Edebiyatçılar Derneği İzmir Temsilcisi, ne diyeceğimi merak eden tanıdık avukatlar ve arkadaşlar oturuyordu. Duruşmaya diş fırçam/ macunum ve pijamalarımla geliyordum. Çünkü gazeteler mahkeme sonrası cezaevine yollanacağım şeklinde haberler yapmıştı. Bir yanlış yaparsam, örneğin yargıcın ‘’ Sen mi yazdın bunları! ‘’ diye kükrediğinde ‘’ ağzımdan kaçtı/ elimden kaçtı efendim.’’ dersem olur muydu hiç? O gün ben de Dimitrov olmalıydım. Neyse… Ağır Ceza Mahkemesinin benimle ilgili aldığı karar şöyleydi: ‘’ Sanık Ali’nin öğretmen olarak görev yaptığı ve görevli olduğu kurumla ilgili eleştirilerde bulunması, düşünce ve düşünme özgürlüğü kapsamında bir haktır. Özellikle iddianamede yer alan hususların yazının bütünü içinde değerlendirildiğinde ifadelerin eleştirel maksatlı olduğu, halkı birbirine karşı kin ve düşmanlığa yöneltecek, nefret saçan, şiddete davet eden nitelikte olmadıkları açıktır. Dava konusu yazıda ‘’ Bizler Hacı Bektaşı Veli, Pir Sultan Abdal, Yunus torunlarıyız. Bilmez misiniz bizim Şeyh Bedrettin torunları olduğumuzu?’’ şeklinde yer alan ifadeleri kamu düzeni için tehlike teşkil etmeyecek aidiyet ifadeleridir. ‘’ … Bilmez misiniz bugünün yarınları olduğunu…’’ ifadesinin yazının atamaların eleştirildiği bölümden sonra yer alması dikkate alındığında ifadenin şiddete davet eden ifade olmadığı anlaşılmaktadır. Şehitlerin isimlerinin okullara verilmesine ve şahıslara yönelik ifadelerin bulunduğu bölüm ise tamamen eleştirel ve görüş bildirir niteliktedir. Bu eleştirilerin üslup açısından sert oluşu ve kişilerde rahatsızlık yaratması atılı suçun unsurlarının oluşmasına yeterli değildir. Anlatılan nedenlerle atılı suçun unsurları oluşmadığından beraat kararı verilmiştir.’’ * 2003 tarihli yayımlanan o yazımda dile getirdiğim bir konu da şehitlerle ilgili olan paragraftı. Yukarıda unutmuşum o bölümü aktarmayı. Şöyle demiştim: ‘’ Doğuda ya da Güneydoğuda öldürülen askerlerimizin adlarını Konak ilçesindeki okullara vermek moda oldu adeta. Askeri yatırımlara değil de ısrarla eğitim kurumlarına… Olmaz böyle bir şey! Okullar, savaş kültürünün verildiği kurumlar değildir ve olamaz. Militarist kültür anlayışının sonucudur bu. Eğitimciler olarak buna karşı durmak zorundayız. Türkiye ya da Konak ilçesi 3. Dünya Savaşı’ndan mı çıkmıştır da bunca şehit! Doğuda öldürülen o zavallı askerler sağ ve sığ politikacılar ve hizmetkârlarınca istismar edilmektedir. Yapılan iş budur ve dur denilmelidir.’’ Ad olarak da okullara Sait Faik, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Uğur Mumcu, Metin Oktay, Fazıl Say, Muammer Aksoy ve Abdi İpekçi’yi önermiştim. * ELEŞTİRİ YA DA ÖNERİYE AÇIK OLMALIYIZ Yıllar önce başıma işler açan yazımı anımsayarak bir şeyleri anlatmak istedim. Dünle bugünün farkını… O günkü mantık ve hoşgörü, bugün var mı demeye çalışıyorum. O günün yargıçlarını ve savcılarını bağrıma basıyorum. Baksanıza çevrenize, hiçbir suçu olmayan kişiler cezaevlerinde gün sayıyor. Bugün, fakülte diplomasını gösteremeyenlerin hangi koltuklarda oturduğunu hep birlikte görüyoruz. Keşke, ‘’ Gerçekleri söylemekten korkmayınız! ‘’ sözünü sadece okumuş değil de yaşamımızda da gösterebilsek… Bu arada Türkçe konusundaki özürlüler kervanına hiç akla gelmeyen kişiler de katılır oldu. Bir yazımda demişim ki, ‘’ Günün birinde belediye başkanı olursam onların kış uykusuna yatmasına fırsat vermeyeceğim.’’ Bir belediye başkanının bana gönderdiği not aynen şöyle: ‘’Recai Bey, çok şükür, türümüz insan olduğu için kış uykusuna yatmıyoruz.’’ Yazımı tekrar okudum. Allah Allah dedim, belediyelerin kültür müdürleri için yazdığım o tümceyi bir başkan nasıl olur da kendisi için yazmış olabileceğimi düşünebilir? Demek ki oluyor! Nedendir bu Türkçeye olan Fransızlığımız anlamış değilim. * 20’li, 30’lu yaşlarda böyle miydim bilmiyorum. Şimdi her konuda herkesi dinlemeye çalışıyorum. Zenginleşiyorsunuz çünkü. Hüseyin Savacı, Kemeraltı’nın en eski esnaflarından. Füsun Tuhafiye olarak bilinir. Arada bir uğrar, çayını içer, muhabbetini dinlerim. Sözü sohbeti benim için önemlidir onun. Geçtiğimiz hafta, bugüne değin hiç işitmediğim bir söz öğrendim ondan. Birisi, uzun yıllar görmediği bir arkadaşıyla karşılaşınca ‘’ Ne o, bu hâlinle akbabalara benzemişsin! ‘’ demiş. Bembeyaz saçlarını görünce… Tabii ki üzülmüş arkadaşı. Yanıt olarak demiş ki’’ Kiremitlere kar yağmış olabilir fakat şöminedeki ateş devam ediyordur.’’ Zenginleştiğimi düşünerek ayrıldım Hüseyin’in yanından. Zihinsel engelli bireyleri okuttuğum okulda ( Konak İş Eğitim Merkezi) benden dört yaş küçük Gakkoş Ömer, okulun bahçesinde arkadaşlarla çay içerken yanıma gelir, başımı avuçları arasına alır ‘’ Benim gabış öğretmenim, seni öyle seviyem ki…’’ derdi. Öğrencim olacak da bana ‘ kel’ der gibi ‘’ Gabış öğretmenim’’ diyecek ha! Lisede, ortaokulda öğretmen olsam nasıl tepki verirdim acaba? Gakkoş Ömer ise tüm içtenliğiyle sarılıyor ve öyle diyor bana. Kızmak köpürmek bir yana, gülüyorum. Öyle de samimi söylüyor ki… Demek ki sözün söylendiği ortam ve zaman da önemli. * 3 Mayıs’ta Çiğli’de Feyza Hepçilingirler konuşacakmış. Belediyenin bir etkinliğinde … Karşıyaka’mız Çiğli’den çok daha büyük ve çok sayıda sanatçının yaşadığı bir ilçe. Bizimkilerin aklına Ferhat Kentel geliyor ama Feyza Hepçilingirler/ Öner Yağcı / Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Mehmet Atilla gibi değerler gelmiyor bir türlü. Sığlık mı, adlarını duymamış olmak mı ya da konuya olan Fransızlık mı? Allah bilir, Karşıyakalı piyanist/ besteci Burçin Büke’den de bihaberler! Bir kez olsun Karşıyaka’da ağırlanamaz mı dünün harika çocuğu/ bugünün Burçin Büke’si? İki hafta önceki Ferhat Kentel söyleşisinin iptal edilmesi ise ayrı bir sorun. Ne diye davet ettiniz, niçin iptal ettiniz? Başkan, varsıl bir ailenin iyi eğitimli kızı ama Karşıyaka Belediyesi Kültür Müdürlüğü, Karşıyaka’nın yerel dinamiklerinden bihaber ve beceriksiz bir ekibin elinde. Bu konuda susmayı erdem kabul edemem, bizler konuşmayacağız da tarım işçisi ya da 90 yaşındaki ninelerimiz mi konuşacak? Eminim, iyi eğitimli Başkan günün birinde sözlerime kulak verecektir. Yaşadığım kentte Kent A.Ş. istiyor diye iki buçuk yıldır süren söyleşilere son veren, kitaplık kapatan bir belediyenin varlığı içimi acıtıyor zira. Nice şair, yazar, müzisyen, eğitimci, emekli milletvekili, gazeteci ve akademisyenin yaşadığı Karşıyaka’mda belediye başkanımız ve ekibi onları bir kültür merkezine davet edip tanışmış/ çay içmiş değil hâlâ… Başkanımızın demek ki işbilen bir A Takımı yok henüz…