A
Admin
Yönetici
Yönetici

Hemen baştan o meşhur “baş parmak kuralı”nı tekrarlayalım: “Krizin büyüklüğü, ortaya çıkan hasarla düz orantılıdır. Yani, hasar ne kadar büyükse, kriz iletişimi yönetiminin de o şiddette ele alınması gerekir. Eğer hasar yoksa ve siz varmış gibi iletişim yaparsanız, kendi krizinizi kendiniz yaratırsınız.” Şimdi olayı hatırlayalım…
Sakarya’da İl Tarım ve Orman Müdürlüğü ekipleri, yaklaşık iki ay önce Şenpiliç’in işletmesini denetlemiş. 5 Şubat tarihinde üretilmiş ve son kullanım tarihi 5 Mart olan “Annemin Köftesi Piliç Kasap Köfte” adlı üründe “Listeria Monocytogenes” isimli insan sağlığına ciddi boyutta zarar veren bakteri tespit edilmiş.
Müdürlük 210 bin liralık ceza keserken, ürünün toplatılmasına ve imha edilmesine de karar vermiş.
Aradan belli bir zaman geçtikten sonra, haberlerin medyaya yansıdığı günün akşamında nihayet Şenpiliç’ten açıklama gelmiş. Açıklama metninin sonunda “Böyle bir endişeye yol açmış olmaktan üzüntü duyduklarını” belirten firma, bu paylaşımı basın bülteni ile değil, verdiği bir ilanla yapmış…
Peki, iletişimin yönetimi sürecinde ters giden neydi? Doğrusu ne olmalıydı, nasıl yapılmalıydı?
Bu açıklama, konu medyaya yansımadan önce yapılmalıydı.
Açıklamada sadece üzüntü duyulduğunun belirtilmesi yetmez, tüketicilerin zararlarının yani en azından ürün için ödedikleri ücretlerin -varsa daha fazlasının- tazmin edildiğinin de ifade edilmesi gerekirdi.
İletişim, kati surette kesintisiz sürdürülerek tesislerin ve üretimin güvenirliliğinin altı çizilmeliydi.
Ürünün ya adı değiştirilmeli ya da firmanın ürettiği diğer ürünlerle birlikte bu markanın da üstüne “Sağlığa uygunluğu iki kez denetlenmiştir” ibaresi basılmalıydı.
Hasar tespiti yapılıp kriz iletişiminin sadece şiddeti değil, ne kadar süre daha devam ettirilmesi gerektiği de tespit edilmeliydi.
Şenpiliç çok yatırım yapılmış güçlü bir marka. Basit iletişim hataları yüzünden itibarının hasara uğraması yazık olur.
Etti iki… Bundan sonrasına karışmayız…

Doğuş Çay ve TEMA Vakfı iş birliğiyle 2016 yılında başlatılan “Her Dem Toprak İçin” projesinin üçüncü aşaması tamamlanmış. Yoğun kimyasal gübre kullanımı sonucunda çay topraklarının yüzde 86’sının aşırı asidik hale gelerek verimli ve sürdürülebilir çay tarımını tehdit etmesi nedeniyle başlatılan projede, uygulama bahçelerinde toprak pH değeri ideal seviyelere ulaşmış ve verim ortalama yüzde 58 artmış…
Bundan iki sene önce, “Her Dem Toprak İçin” projesini ilk kez kaleme aldığımızda “verim artışı” yüzde 55 idi.
Ülkemizin çay tarımının sağlıkla sürdürülebilmesi için atılmış değerli adımlardan olan bu çalışma, bizim dikkatimizi, “doğru tasarlanmış” bir “konu yönetimi” aksiyonu, akıllıca bir “iletişim çalışması” olmasıyla da çekmişti. Bir kere Doğuş Çay’ın tam da üretim yaptığı alandaki sorunların çözümüne yönelik hamle yapması (üstüne başarılı sonuçlar alması) doğal olarak onun itibarına katkı sağlayacak bir husustur…
Ayrıca TEMA Vakfı gibi çevre alanında tanınması ve beğenilmesi, başka bir deyişle itibarı çok yüksek bir STK ile iş birliği içinde yapılması da Doğuş Çay’ın itibarına direkt etki edecektir.
Doğru konu seçimi, doğru paydaş iş birliği ve 2016’dan bu yana sağlanmış istikrar, firma açısından kıymetli, başarılı adımlardır.
Ancak…
Bu kadar özenli bir işin, önemli bir çalışmanın iletişimine ne sıklıkla rastlıyoruz? Bizim iki yılda bir elimize gelen basın bültenlerinden haberdar olduğumuz konu, çok ciddi iletişim değeri taşımasına rağmen neden daha güçlü ve sık aralıklarla anlatılmaz acaba?
Biz bu önemli meseleyi ikidir konu ediyoruz… Bundan sonrasına karışmayız… O, markanın bileceği, daha iyi yönetmesi gereken bir iş… Yazık olmadan…
Destek “nihayet” anlaşılacak

Geçenlerde bir arkadaş, İGDAŞ’tan kendisine gelen SMS’i gönderdi: “Sn. Osman Kamil, 123 nolu sözleşme hesabınıza ait 21.04.2025 son ödeme tarihli faturanız kapsamında ilgili dönem tüketim bedeli 1.118,29 TL olup, 650,15 TL’lik devlet desteği sonrasında ödenecek tutar 468,00 TL’dir…”
Bizimki bir sevinmiş, bir heyecanlanmış ki sormayın. Faturanın neredeyse yüzde 60’ını ödemeyecek olmak elbette sevinilecek bir şey. Bunu yadırgayacak değiliz, biz de kendi adımıza çok mutluyuz.
Olay şu ki; bu yeni bir şey değil. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı yıllardır “Devlet Desteği” başlığı altında halkın doğal gaz ve elektrik harcamalarına yardım sağlıyor zaten. Örneğin; yalnızca 2024 yılının 11 aylık döneminde devlet tarafından karşılanan tutar 314 milyar lirayı bulmuş. Bakanlık, meskenlerde kullanılan elektriğe düşük tüketim kademesinde yüzde 60, yüksek tüketim kademesinde yüzde 40; doğal gaza ise yüzde 63 oranında destek sağladığını açıklamış.
Peki kim bunun farkında? Ya da sağlanan fayda, bizim arkadaşa gelen SMS’teki açıklıkta ortaya konulabiliyor muydu?
Sübvansiyon meselesi, yani enerji harcamalarındaki çok ciddi devlet desteği, emsali az bulunur bir hizmetken, bundan yararlananlar, yani halk tarafından fark edilememesi bizi çok rahatsız ediyordu.
Kabul etmek gerekir ki; hizmetin algılatılması çok da kolay bir iş değildir. Çünkü beklenti, bunların zaten yapılması gereken şeyler olduğu yönündedir. Anlatırsın, anlatırsın, başkasının yapamadığını, vaat bile edemediğini hayata geçirirsin ama reaksiyon “Ne var bunda?! Yapacak tabii, görevi değil mi?” oluverir.
Bu reaksiyonun hakkaniyetli olmadığını söylemenin anlamı yoktur; bir kez böyle algılanmışsa, geçmiş olsun…
Enerjideki sübvansiyonların da arada kaynayıp gitmemesi, verilen desteğin algılanmasını sağlamak için daha farklı iletişim adımları gerekliydi.
Sonunda o adımlar atılmış! Faturasında ilgili notu okuyan bizim arkadaş da sevinmiş, iletişim işinin layıkıyla yapıldığında nasıl verimli sonuçlar verdiğini bilen iletişim profesyonelleri de…